Sayıklama
Nedir adı? Adı nedir?
Ben, Paşa’dan daha iyi damar bulanını görmedim daha. Sizin hamburgercilerde, o küçük tuvaletlere kapanır, iki dakkada işini bitirirdi. Daha dışarı çıkarken kafa olmaya başlardı. Kral adamdır. Şimdilerde ney üflüyor.
Geceleri bunalınca kendini sokağa atarsın. Bize gündüzleri hayat yok buralarda. Varsa yoksa kolpaların ucuz muhabbeti. Boynuna tasma taktığı kanlı canlı, süslü kevaşenin aksesuarıdır. Vallahi bak! Toka gibi. Üstgeçitten başlayıp ışıltılı geniş caddeyi takip et. Midyeciye kadar gördüğün her şey sahte. Ben işin içindeyim. Büyük yalanların ardındaki saklı gerçeklerden falan da bahsetmiyorum. Vitrinler, ona bakan kadın ve yanındaki adam, gözümden kaçan onlarcası, şu sapa gelmez kalabalığı –gözün alabildiğini kastediyorum. Sabahın bilmem kaçından beri sarhoşum. Sokaklara başka türlü katlanılmaz. Sen bakarken ağacı ağaç olarak görüyorsundur. Ağaç başka türlü görünmez diyeceksin ama bu ağacın dili olsa da… Neyse ki benim dilim var.
Şair gelir bütün gün bizi dinler evine kapanır ilhama gelirdi. Yolunu buldu. En büyük kitap mağazasından korsancısına her yerde onun kitapları satar. İmza günlerine gittiği alışveriş merkezlerine bizi bu kılığımızla almazlar ya ancak Şair yeni kitap yazmak için odasında ilhamını beklemezden evvel sokağa gelecek de öyle göreceğiz. Paşa ney üflemeye başlarken her şeyi biliyordu.
Müzisyenimiz var! Arkadaki büyük bulvar geceleri tenha olur. Yaşadığını hissetmek istiyorsan biraz nefes alacaksın. Gündüzleri boğulur gibi oluyorum. Paşa damarımı bulmamışsa gündüzleri çalışırım. Ya da uyurum. Gece bu şehre tahammül etmek için sıkmak gerekmez. Yine biraz içten vurur ama güzeldir. Cadde boyu iyi bir müzik için esner dururum. Sonra Müzisyen’i gitarıyla konuşurken bulurum. O da eski içicilerden. Tedavi gördükten sonra doktor tavsiyesiyle kendisini yüce bir varlığa inandırdı. Hiç huyum değildir, sırf arada müzisyeni görmeye camiye giderim. Sakalları komik olmuş. Üzülmesin diye sakallarından konuşmayız. Ona müziğini özlediğimi söylemem yasak. Gitarını eline alır da yeniden kendini kaybeder diye, annesi eski ahbaplarına bir süre evlerine gelmeyi yasakladı. Bilmiyorum. Müzisyeni o caddenin bir kaldırımında konuşurken yakaladığımda içimi garip bir iyimserlik kaplardı. Koşardım. Haydi, çal! Gönülden çalardı. Uyumazdık hiç; güneşi karşılamak dokunurdu. Çöpçüler, fahişeler, yakın çevrede büyük hayallerle eve çıkıp faturalarını ödeyemeyince içine kapanan öğrenciler, bir araba farının ışığıyla parıldadığında ne kadar uzakta olursa olsun orada olduğunu bildiğim uğursuz kedinin gözleri, midyeci-kokoreççiler, yolunu şaşırıp uçuşan birkaç gazete ölüsü, -adını anmaya değer mi bilmiyorum ama- önce asfalta sonra ayağıma yapışan ciklet, kolu kırık değnekçi, polis devriyeleri ve bir de sessiz bir esintiden başka çok şey göremezsin ki. Bunlar gece düşüdür. Bu kentin en olmadık yerinde onlara rastlarsın ve bilirsin onlar da biliyordur. Böylece tükenirler. Yavaş yavaş ölürler. Ölmek kabullenmekle başlar. Müzisyen kabullendi. Ben kaçıyorum. Hala bazı geceler kimseye rastlamayacağımı bilerek bu sokakta ve arka caddede gezinirim.
Karı beni aldattı. Evliydi. Karı kahpenin tekiydi anlayacağın. Kocasını aldattığı adamı bir başka-sıyla aldattı mı oluyor? Gittim Patron’un yanına. Patron buranın eskilerindendir. Kimse gerçek adını bilmez. Soran olmuş, birkaç çömez. “Lüzumsuz sorularla vaktimi harcamayın,” falan de-miş. Yalan. Patron zamanı önemsemez. Gidersin yanına -mesela karının beni boynuzladığını öğrenince koştum buldum- akıl sorarsın. Patron, cevap vermeden önce çok düşünmez. “Kadınlar sondaj gibidir Hasret. Takarlar, bakarlar su vermiyorsun kuruduklarını söyleyip başkasına kaçarlar.” İşte böyle laflar eder. Kuyruğunu kıstırıp kaçar, bir yerlere sığınır, manayı çözmeye çalışırsın. Diğer taraftan karıymış, aşk acısıymış, her şey uçup gider.
Kelimelere kıymet veririm. Ben yirmilerime kadar hemen hiç okumadım. Askerde Tolkien’le başladım. Sonra her çarşı izninde ellerimi açar: “alayınız Orksunuz ulan. Hiçbirinizde Hobbitlerin dinginliği, Elflerin gizemi yok. Varsa yoksa Orksunuz.” İçimden söylüyorum tabii. Daha o zamanlar yüzdekırkaltıçürükraporum yok, bu kadar rahat konuşamıyorum. Dün de memurluk sınavı vardı, yaşımız geçiyor bir işin ucundan tutmak gerek. Çalışıyorum şimdi gerçi ama sınavı önemsedim herhâlde. Sekiz boşum vardı. Ah ulan kahpe; çok sınava girdim ama hiç boş bırakmazdım. İnsan sallamayı da unutuyor.
Bak şimdi yürüyelim, şu caddenin sonunda küçük bir park var. Hem giderken büfeye uğrarız. Sigaram bitmiş. Belki bir iki de bira alırız. Biraz çakırkeyifim zaten. Ama ne bileyim ayık kafayla gezemiyorum. Büfede… Ha şuna gidelim. Bir sigara! Bira da ver. He he; bek bira dört oldu. Kaç para? Bir buçuk: bozukluk… Tamam. Bak şıngır şıngır. Onu poşete koy büfeci. Peki, haydi eyvallah! Büfedeki herife ifrit oluyorum. Al poşeti çantana koy. Ama çantan da küçükmüş. Bak, babam anneme şu yüksek binanın bodrumunda tecavüz etmiş. Aşk çocuğuyum ben. Sonra evlenmişler falan kısa hikâye. Babam öldü. Taksiye çıkarmış, sarhoş avına. Bir gün öldü işte.
Şuradan kestirme bir yol var. Bu şehri üzerime kurdular. Bağırsaklarına kadar bilirim. Birazdan bir mekânın önünden geçeceğiz. Zengin veletlerin takıldığı bir yer. Önünden geçerken gösteririm. Benim karıya çakan dallamanın kardeşi işletiyor orayı. Param olsa, gider bir bira söyleyip gözlerinin içine içine… Bir şey değil de saatin tiktaklarıyla ona işkence etmek eğlenceli olurdu. Karşıdaki otel ne güzel. Kaldırıma oturalım mı? Eski bina, belli. Eskiden böyle içmeye çıkıp muhabbete dalınca bira bitmeye yakın sinyale çıkardık. Biramız hiç bitmezdi anlayacağın. Sinyale çıkmak… Sinyale çıkardık.